Sır, Hafâ ve Ahfâ

Sır, Hafâ ve Ahfâ 
Sır; bilinmeyen, duyulmayan, gizli olan, anlama ve açıklamada aklın âciz bulunduğu şey ve insanda bir latîfe; hafâ, sırra göre daha kapalı, daha gizli ve melekât-ı akliye ile idrak edilemeyen insan ruhunda bir ihsas sistemi; ahfâ ise, bunlardan daha mahfî ve bilinip duyulmayacak şekilde meknî, mestûr ve ancak müterakkî ruhlarda bulunan ihtisas mekanizması diyebileceğimiz bir hakikat-i mevcude-i meçhuledir.

Sır, bir mânâ itibarıyla, herkesçe bilinip sezilemeyen, Hakk'ın, hak yolcusunun gizli tuttuğu ve kimsenin de muttali olamadığı bir hakikat-i mekniyenin unvanıdır. Bu mânâdaki sırrı şöyle değerlendirmişlerdir: Sır, kulun, Rabbi ile arasındaki ibadet, ubûdiyet ve ubûdet alâkası, Rabbin de ona karşı fevkalâdeden muamelesinin unvanıdır. Herkesin O'nunla alâka ve irtibatına göre, kulluk tavrı da, Hakk'ın muamelesi de farklı farklıdır.. ve aşağıdakiler, bir üsttekilerin Hak'la münasebetini ve Hakk'ın da onlarla muamelesini bilemezler. Ezcümle, avam halk, erbâb-ı basîret dediğimiz havâssın Hak'la irtibat ve alâkasını, Hakk'ın da onlarla muamelesini bilemedikleri gibi, havâss da, ehass-ı havâssın Hakk'a teveccüh ve tahsis-i nazarlarını, Hakk'ın da onlarla değişik mevârid ve mevâhib muamelesini bilemez; ehass-ı havâss da, Hakk'ın mükerrem ibâdı "muhlasîn" ve "mustafayne'l-ahyâr" dediğimiz mukarrabîn ve Akrabü'l-mukarrabîn'in esmâ ve sıfât ötesi Hazreti Zât'la olan irtibat derinliklerini ve O'nun da bu seçkinlere özel teveccüh ve ekstra muamelesini bilemezler; bilseler, Alvar İmamı'nın ifadesiyle "Araya kılıç girer"; nâsezâ, nâbecâ sözler söylenir ve istenmedik olumsuzluklar meydana gelir.

Bir diğer mânâda sır, kul ile Allah arasındaki gizliliğe denir ki, bu da, gerçek hakikat erinin kendi derinliklerini kendi hesabına görmemesinin yanında, onu fevkalâde bir titizlikle başkalarına karşı da ketmetmesi mânâsına gelir ki, bu hususa tenbih sadedinde صُدُورُ الْأَحْرَارِ قُبُورُ الْأَسْرَارِ - "Allah'a kullukla gerçek hürriyet ufkunu ihraz etmişlerin sineleri, sırların kabirleri mahiyetindedir." denmiştir. Bu konuyu teyid makamında Hazreti Akrabu'l-mukarrabîn'e nisbet edilen أَحَبُّ الْعِبَادِ إِلَى اللّٰهِ اَلْأَتْقِيَاءُ الْأَخْفِيَاءُ - "Allah'ın en sevimli kulları, kendini gizlemesini bilen gerçek müttakîlerdir." şeklinde mübarek bir söz vardır ki, bu da bilhassa şu hususları işaretlemektedir: Evvelâ, riyâ, süm'a, teveccüh-ü nâs beklentisi... gibi Allah'ın sevmediği şeylerden kaçınma hasbîliği ile, iç zenginliğini, mârifet enginliğini dışarı vurmama; sâniyen, amellerini ihlâs yörüngesinde götürüp, her işinde sadece ve sadece Hak rızasını gözetme; sâlisen, kalb temizliğine, ruh safvetine, olması gerekenin çok çok ötesinde ihtimam göstererek, bâtınını zâhirinin önünde götürme; râbian, ahlâk-ı ilâhî ile ittisâf ederek gönül dünyasını her zaman O'na açık tutma; hâmisen, nefis tezkiyesi, kalb tasfiyesi mevzuunda doyma bilmeyen bir aşk u iştiyakla sürekli gayret içinde bulunma.. evet, işte bunlardır derinliklerini gizleyen o mahbûbîn-i ilâhî olan etkıyâ u ahfiyânın en önemli vasıfları...

Bir kısım sofîlerce sır, ilâhî hakikatleri esmâ ve sıfât yoluyla müşahede eden ve bir anlamda Hakikatü'l-Hakaik'a açılan insandaki mânevî melekelerin ilkidir. Sır ufkunda ayağını sağlam bir zemine basan, diğer melekeler adına da ciddî bir adım atmış sayılır. Bu kademe ile alâkalı Osman Şems ne hoş söyler:

"O'nu bildim ki sırrımdan silinmez,
Görünür zâtı amma ki bilinmez."

Kendi ufkundan müşahedeye açık olması ve zılliyet çerçevesinde ötelere nâzır bulunması itibarıyla bu latîfe, her şeyde O'nun esmâsının cilvelerini görme, gördüğü her isimde Müsemmâ-yı Akdes mülâhazalarına menfez aralama ve kanatlarını gererek kendi arş-ı kemâlâtının ötesindeki semâvîliklere açılma cehd ü gayretiyle, hafâ ve ahfânın berisinde ama bütün letâif-i insaniyenin ötesinde önemli bir kıymeti hâizdir.

Hafâ, daha önce de geçtiği gibi, sır dâhil insandaki mânevî letâifin fevkinde öyle yüksek bir temâşâ hâssesidir ki, bu ufkun kahramanı çok defa imkân âleminin serhadlerinde dolaşır; tasavvurları aşkın şeylere şahit olur; esmâ ve sıfât-ı sübhâniyenin mâverâsına ıttıla mazhariyetlerine erer ve felekleri aşar, melekten merhaba görür. Bu ufuk biz gibi bendegânın idrak ve ihâtasını aşkın bir bilinmezler ufkudur. Lefkoşalı Galip bu hakikati şöyle seslendirir:

"Mekân u kâinâtta daima mahsûs olur eb'âd,
Vücud-u mâsivânın hârici sırr u hafâdır hep."

Aslında hafâ, kendi ufku açısından ruh ile Hazreti İlâhiye beyninde –bî kem u keyf– öyle bir latîfedir ki, o, insan-ı kâmilde bir mehbit-ı esrar-ı rubûbiyet aynası ve görülmezleri gösteren bir dürbündür. Hafânın ihâtalı bu hususiyetine nispeten sır, sadece neş'e-i ûlâya nâzır bir temâşâ aleti ise, ona mukabil hafâ, neş'e-i uhrâya bakan bir teleskoptur. Bu itibarla da, onu mâhiyet-i nefsü'l-emriyesine uygun duyup sezme herhalde ancak melekûtî olanlara müyesser olabilecek bir mazhariyettir. Bazılarına göre onun kendine has enginliğiyle görülüp duyulması, ölümden evvel ölmüş hakikat kurbanlarına armağan edilen ekstra bir sırr-ı ilâhîdir.

Ahfâ, insan ruhunda öyle aşkın mânevî bir latîfedir ki, müntehî bir zat onunla görülmezleri görür, duyulmazları duyar; نُورٌ أَنَّى أَرَاهُ hakikatinin yanında رَأَيْتُ نُورًا ihtisaslarıyla soluklanır; siperleri, sütreleri zorlar, لاَ تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ hakikati karşısında saygı duruşuna geçer, "nâkabil-i idrak" demeye durur; sürekli esmâ ve sıfât verâsında iştiyak u temkîn gel-gitleri yaşar ve letâif-i mâneviyeye, bayramı öteler ötesinde bir arefe şöleni sunar. Duyduklarını duyurmaya çalışır, erdiklerine erdirme hissiyle çırpınır durur; rü'yet ü rıdvan rüyalarıyla sürekli istiğrak edalı bir neşve yaşar ve bilir ki eğer bir gün verâlar ve verâlar ötesi verâlara varılacaksa, o da ancak insan-ı kâmilin özel bir derinliği olan ahfâ latîfe-i mâneviyesinin eb'âdı aşmaya müsait kanatlarıyla gerçekleşebilir.

Aslında, hakikî insan-ı kâmile çok defa öteler ötesinden gelen bir tecellî-i berkî ve zâtî, her zaman ahfâ ufkundan ona çok farklı ima ve işaretlerde bulunmaktadır ki, bu da onu her an daha derin tarassutlara, tecessüslere ve tefahhuslara sevk eder; sevk eder de ona mütemâdi bir vuslat ümidi ve neşvesi yaşatır. 

Böyle bir berkî ve zâtî tecellîye mazhar olan, kalb, ruh, sır ve hafâ değil, ahfâdır ama, onun da diğer latîfeler gibi bu âleme ait ve öteye namzet bir kısım çizgilerinin bulunduğu açıktır. Evet, o da, bir mânâda tıpkı ruh gibi, ama onun kat kat fevkinde âlem-i emre ait bir latîfe-i rabbâniyedir. Diğer mânevî latîfeler gibi onun mahiyetini bilmememiz bizim idrakimizle alâkalı bir eksikliktir ama akrabü'l-mukarrabîn her zaman ona dair bir şeyler söyleyebilirler. Ziya Paşa:

"İdrak-i meâlî bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez."

der ki, insan idrakinin hakaik-i mücerredeyi kavrayamayacağını ifade adına oldukça önemlidir.

Bütün bunlardan sonra; sır, hafâ ve ahfâ gibi latîfeleri, Müceddidiye tarikatının müessisi İmam-ı Rabbânî hazretleri farklı bir yaklaşımla ve "letâif-i hamse" unvanıyla ele alarak şöyle değerlendirir: İyi bilinmeli ki, "anâsır-ı erbaa", "mevâlîd-i selâse" âlem-i halkın temel unsurları olduğu gibi, mânevî âleme ait kalb, ruh, sır, hafâ, ahfâ unvanlarıyla yâd edilen mânevî latîfeler de, emir âleminin temel unsurları mahiyetindedir. İnsanın kendi özünü keşfetmesi yolunda "seyr u sülûk-i ruhânî" unvanıyla yâd edilen sistem çerçevesinde hak eri, kalbden başlayarak ruh, sır, hafâ ve ahfâ menzil veya safhalarından geçip zevkî ve hâlî olarak Hakikatü'l-Hakaik'a ulaşır ve kendi kemâlât arşiyesine göre, biz ümmîlere kapalı nice esrâr ve envârı temâşâ eder. İlk basamağı kalb, zirve konağı ahfâ olan bu yolculuk aynı zamanda, izâfî ve nisbî de olsa insan-ı kâmil olma yolculuğudur. Ayrıca, letâif-i hamse güzergâhında cereyan eden böyle bir seferin bir de ism-i Zâhir ve ism-i Bâtın iltisakları vardır ki, o da konunun farklı bir deseni mahiyetindedir. Evvelen ve bizzat âlem-i mülke, sâniyen ve bilaraz âlem-i melekûta bakan kalb, ruh ve bunların bir kadem üstündeki sırrın ism-i Zâhir'le irtibatına mukabil; hafâ, ahfâ ve bunlarla kalb ve ruh arasında berzahî bir hüviyet arz ediyor gibi bulunan sır da minvechin ism-i Bâtın cilvesini taşımakta ve mübtedîler için mahfî bulunmaktadır. Değişik bir ifade ile öncekiler sonrakilerin zâhiri, sonrakiler de öncekilerin bâtını mesabesindedir.

Bir mânâda bu latîfeler şöyle de sıralanabilir: İlk mertebeyi, onca önem ve ehemmiyetine binaen اَلْقَلْبُ بَيْنَ إِصْبَعَيْنِ مِنْ أَصَابِعِ الرَّحْمٰنِ يُقَلِّبُهُ كَيْفَ يَشَاءُ mazmununca değişme karakterinde olan kalb; ikinci mertebeyi, meâlîye müştak ruh ihraz eder ki, kanatlanıp arş-ı kemâlâtına pervâz etmesi, –hakikî bir mürşid yedinde– belli miktarda zikr u fikre bağlanmıştır. Ondan sonra, mâverâ-yı esmâ ve sıfâtın hakaikını duyup değerlendirmeye namzet sır gelir ki, o da yine belli çerçevede bir kısım evrâd u ezkârla hafâ latîfesi ufkuna ulaşmaya vesilelik vazifesini görür. Sonra böyle bir hak erinde bir kısım envâr ve esrâr belirir ki, onun için de mürşid-i kâmil tilmîzini ahfâ latîfe-i mâneviyesiyle alâkalı bir kısım evrâd u ezkârla o mümtaz pâyeye ehil hâle getirir. Böyle letâif-i hamse adına müntehâya eren bir müntehîye bu tür müspet kademelerin yanında icmalen letâif-i nefs diyebileceğimiz nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i mutmainne, nefs-i râziye, nefs-i marzıyye ve nefs-i sâfiye veya zâkiye hakikatleri talim edilir.

Her şeyin doğrusunu Allah bilir; bizim bildiklerimizin çoğu zann u tahminden ibarettir. Zannın bazısının da ism olduğunda şüphe yoktur. 
رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَا إِنْ نَسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا وَلَا تُعَذِّبْنَا بِذُنُوبِنَا وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا
أَنْتَ مَوْلَانَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا وَسَيِّدِ الْأَنْبِيَاءِ وَالْمُرْسَلِينَ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ

http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/sir-hafa-ve-ahra-haziran-2011.html
Facebook Comments

0 yorum